Haluk sabah saat beşi elli geçe gelen bir arama ile uyandı. Yarı uyanık bir biçimde ağzında kelimeleri geveleyerek konuştu. Yanında uyuyan eşi sadece “Geliyorum” dediğini duymuştu. Nereye gittiğini sordu ancak bir cevap alamadan kocası yataktan kalkıp kıyafetlerini giyip yola koyulmuştu.
Kerem ağır adımlarla ofisin kapısından içeri adımını attı. Erken gelmişti. Yavaş ve yorgun bir biçimde gidip danışan koltuğuna oturmuştu. Bir taraftan masayı düzenlerken bir taraftan da Haluk’un gelmesini bekliyordu. Aradan çok zaman geçmeden Haluk içeri girdi. Üzerindeki pardösüyü çıkarırken şaşkın bakışları ile Kerem’i süzüyordu. Üstü başı toz içindeydi. Sanki bir savaş alanından çıkmış gibi duruyordu. Kıyafetlerinin belirli yerleri yırtılmış yüzünün bazı yerlerinde ise yaralar vardı. Endişeli bir şekilde lafa girdi:
-Sabahın köründe beni arayıp ofise çağırıyorsun geldiğimde ise savaştan çıkmışçasına bir kılıkla karşımda oturuyorsun. Ne olduğunu bir an önce anlatır mısın?
Kerem sakinliğini bozmadan eliyle makam koltuğunu gösterdi:
-Yerinize oturun başlayalım Doktor Bey.
Haluk Kerem’in bu hallerine alışıktı. Bir dakikası bir dakikasını tutmazdı onun. Dengesiz karakteri artık tarzının bir parçası olmuştu. Hatta karısı bile bu dengesiz tarafına aşık olmuştu. Bu yüzden derin bir nefes alarak koltuğa oturdu. Kerem sakin bir şekilde konuşmaya başladı:
-Kaç senedir arkadaşız seninle? On mu On beş mi?
Haluk bilmiş bir üslupla cevapladı:
-On iki bu sene on üç olacak.
Kerem başını aşağı yukarı salladı:
-Tabii ya. On üç olacak değil mi bu sene. Her neyse on üç senedir senden başka hiç arkadaşım olmadı neredeyse. Lisenin başından beridir aynı şekilde yaşıyorum hayatımı. Bir sen varsın bir de Canan. Tabi bir de bizim ufak Haluk var.
Haluk sırıtarak başıyla onayladı. İkisi lisenin başından beri arkadaştı. Haluk sosyal ve herkesin sevdiği kişiydi. Kerem ise tam zıttı. İçine kapanık ve herkesten uzak. İkisi garip bir şekilde iyi anlaşıyorlardı. Kerem devam etti:
-Başlarda kim olduğumu, annemi, babamı çok sorguladın. Sen sorguladıkça ben sorulardan kaçtım, ben kaçtıkça sen inatla sormaya devam ettin. En son senin inadındaki alev de söndü sende sorgulamayı bıraktın ama soruların bitmek bilmiyordu. Çocukluğum hakkında sevdiğim ve sevmediğim şeyler hakkında sürekli köşeye sıkıştırdın beni, bende her seferinde bu sorulardan sıyrıldım. Ben unutmaya çalıştıkça sen yeni bir soru ile karşıma çıkıyordun ve yeniden hatırlatıyordun bana bir şeyleri.
Haluk’un yüzündeki sırıtma yerini ufak bir acıya bıraktı, yutkundu:
-Unutmak istediğini söyleseydin eğer bana sormazdım. Bilmiyordum, özür dilerim.
Kerem gülümsedi bu sefer:
-Unutmak istiyordum ancak sen hatırlattıkça kendimi kaybetmekten bir adım uzaklaşıyordum. Eğer sen ve soruların olmasaydı ben bugün olduğum kişi olamazdım. Bu yüzden senin yanında durmaktan hiç vazgeçemedim ya. Senden başka kimse benim kim olduğumu merak etmedi. İnsanlarla neden konuşmadığımı yahut neden kimseyle arkadaş olmadığımı düşünmedi. Bunu sadece sen merak ettin çünkü sadece sen benim kim olduğumla ilgilendin.
Haluk yeniden gülümsemeye başladı. Kerem konuşmaya devam etti:
-Galiba bugün sevgili dostum merak ettiğin her şeyin cevabını alacaksın.
Haluk şaşkınlığını gizleyemiyordu:
-Nasıl yani? Bunun için mi çağırdın bu saatte beni buraya? Ne özelliği var ki şu anın?
Kerem yüzüne kırık bir gülümseme oturttu ve konuşmaya devam etti:
-Tam yirmi sene önce bugün bu saatten yaklaşık yirmi beş, otuz dakika önce ailemle bir trafik kazası geçirdim ve onları orada kaybettim. Bugünün özelliği bu.
Haluk ne diyeceğini bilemiyordu:
-Ne? Daha önce niye söylemedin bunu bana? Kerem bu saklanılması gereken, utanılacak bir şey değil. Neden daha önce söylemedin?
Kerem:
-Ben onların öldüğü gerçeğini yeni idrak edebildim çünkü. Benim yüzümden olduğunu yeni anlayabildim.
Haluk:
-Nasıl yani? Ne demek benim yüzümden?
Kerem:
-Çok bir şey hatırlamıyorum aslında. Tatilden dönüyorduk. Annemle babam kavga ediyordu. Çok sık kavga etmezlerdi. Şimdi konuyu hatırlamıyorum bile. Kavgaları alevlendi, hayatımda ilk kez babamın bağırdığını duymuştum. Korktum ve ağlamaya başladım. Babam arkasını dönüp bana bir şeyin olmadığını sadece konuştuklarını söyledi. O an karşımızdaki ışığı gördüm. Annemin çığlığı ile babam önüne döndü ve bir refleksle direksiyonu kırdı. Bayılmışım, gözlerimi açtığımda babam bana bakıyordu. “Canım oğlum” dedi. “Korkacak bir şey yok iyiyiz, ben hemen anneni alıp geliyorum.” dedi ve son cümlesi bu oldu.
Haluk’un gözleri dolmuştu. Kerem yüz ifadesini hiç değiştirmeden anlatmaya devam etti:
-Babam arkasını döndü arabadan annemi çıkarmaya çalışıyordu ve o anda araba patladı. İkisi de oracıkta hikayelerine son noktayı koydu.
Haluk’un gözlerinden yaşlar süzülüyordu. En eski arkadaşının gerçek hikayesini yeni öğreniyordu. Boğazı düğümlendi yutkunamadı. Kerem istifini hiç bozmadan anlatmaya devam etti.
-Sonrasında bir çocuk esirgeme kurumuna postaladılar beni. Hiçbir akrabam istemedi. Çocukken anladım hayatta kimsemin olmadığını. Kurum müdürü sapkın birisiydi. Bir hizmetliyle beraber kimsesiz çocukları taciz ediyordu. Yaklaşık üç sene boyunca tacize uğradık. Sonrasında birisinin aklına düşmüş olacak ki şikâyet ettiler. İkisi de hapse girdi.
Haluk hiç beklemediği şeyler duyuyordu. Uykusu fazlasıyla kaçmıştı. Kerem ise yutkunup lafa devam etti:
-Sonra uzun bir süre hayatım olaysız geçti. Ortaokulda Neslihan ile tanıştım. Neslihan o ana kadar kendimi yakın hissettiğim tek insandı. Tek arkadaşımdı. Sevdiğim tek kişiydi. Varım yoğum o zamanlar oydu. Bir insanın hayatta güvendiği tek insan olmak nedir bilir misin doktor? Benimki de soru işte! Sen bilmeyeceksin de kim bilecek değil mi?
Haluk artık konuşma yetisini kaybettiğine emindi. Ne zaman konuşmak için yeltense ağzından hiçbir şey çıkmıyordu. Kerem’de bunu fark etmiş olacak ki konuşmaya devam etti:
-Neslihan o dönem konuşabildiğim tek insandı. Senden başka bunları duyan tek kişiydi. Sonra ne oldu biliyor musun? İnsanların kader dediği şey oldu. Bisiklet sürerken bir araba çarptı. Hem de arabanın şoförü yabancı değil biliyor musun? Eniştem olacak o adam sürüyordu arabayı. Yıllar önce beni istemeyip yurtta büyümemi sağlayan adam. Arkadaşı olduğumu duymuş Neslihan’ın ailesiyle konuşmam için gelip bana yalvarıyordu. Ne mi yaptım? Hiçbir şey doktor. Hiçbir şey.
Kerem bu sefer derince bir nefes aldı. İçinde hala bu olayın acısını taşıyordu belli ki. Ama yüzündeki sakin ifade hiç bozulmuyordu. Anlatmaya devam etti:
-Sonra seninle tanıştım doktor. Hiç kimseye anlatmayacağım şeyleri sana anlatıyorum. Bu güne kadar kim bilse başına bir şey geldi. Her anlattığım beni bırakıp gitti. Ama sen senelerdir yanımdasın doktor.
Kerem ayağa kalktı Haluk’a dönüp:
Üstelik bu sefer sen beni bırakamazsın çünkü ben seni bırakıyorum. Bu defa arkasını dönüp giden ben oluyorum.
Bu sırada telefonu çaldı. Cebinden telefonunu çıkardı. Ekranı kırık hali kalmamış ancak hala çalışır durumda olan telefona baktı. Karısı arıyordu. Konuşmanın başından beri sakin yüz ifadesini koruyan Kerem ilk kez şaşkın bir şekilde bakıyordu. Telefonu açtı:
-Alo!
Karşıda bir erkek sesi vardı. Adam:
-Beyefendi çok üzgünüm ama karınız bir trafik kazasında hayatını kaybetti.
Kerem yeniden sakin yüz ifadesini takınarak konuştu:
-Biliyorum.
Adam şaşırarak sordu:
-Ne? Nasıl biliyorsunuz?
Kerem sakinliğini bozmadan yanıtladı:
-Kazayı ben yaptım bu yüzden biliyorum.
Telefondaki adamın sesi aniden kesildi. Kerem’in başı dönmeye başlamıştı. Odadan çıkmak için bir hamle yapmaya kalktı ancak yürüyebilecek durumda değildi. Elini kafasına koydu. İlk kez o anda hissetmişti oradaki ıslaklığı. Baktı ve eline bulaşan kanı gördü. Artık bacakları tutmuyordu, bir adım daha atacak gücü yoktu. Dengesini daha fazla koruyamadı ve yere yığıldı. Gözleri yavaş yavaş kapanıyordu, tam tahmin ettiği şey oluyordu aslında ölüyordu. Ancak bir gariplik hissetti, en yakınım dediği Haluk hiç tepki vermiyordu. Ofisin giriş tarafından bir tıkırtı duydu, kapı yeni açılıyordu. Gözü saate kaydı, saat altıyı on geçiyordu bu saatte kimse gelmezdi. Başka bir ofiste olabileceğini düşünerek masadaki isimliğe baktı.
“Psk. Dr. Kerem Korkmaz”
Doğru ofiste olduğunu anlamıştı. Burası onun ofisiydi. Bir saniyeliğine “Bu saatte kim geldi acaba?” diye düşündü. O sırada kapıdan içeri Haluk girdi. Vücudundan sonra tüm ruhu o an yıkılmıştı. Haluk yerde yatan arkadaşını görünce koşarak yanına gitti. Bağırıyordu:
-Kerem! Kerem aç gözünü! Kerem bana bak!
Kerem son enerjisini toparlayarak konuştu:
-Haluk sana emanet.

Yorum bırakın